31 Aralık 2008 Çarşamba

YÜRÜYÜŞ

Yüzümü sesler bazen çiçekler

Karaköy’de sahipsiz adımlarım ve ben

Gri duvarların arasından denize koşarım

Çiçekler; kimselere görünmezler



Ahir zamanlardan hikayeler birikir

Kaldırım aşkları ve düş kıyımları

Bir kadın koşaradım giderken

Kırmızı pabucunun tekini düşürür caddeye

Dükkanlardan meraklı bakışlar

Dükkanlardan eksik hayatların arzu büyüten çığlıkları yükselir



Tramvay için alınıp unutulmuş bir biletim ben

Kim bilir hangi sebepten kullanılmamış

Buruşmuş, kıvrımlarından özür dilenmeyen

Birilerinin cebinde hikaye olmayı bekleyen



Karaköy’de sahipsiz adımlarım ve ben

Esnaf lokantalarından yükselen yalnızlık kokusu

Tünelden şehre oluk gibi akan yoksulluk

Bir de göçmen kuşlara söylenen türküler

Etrafımızı yarıp geçer



Neye darıldın bu kadar soysuz gözlerim?

Şehre bakıp kanayacak ne var?


Yalnız duvarların dökülmüş sıvası, sen

Erken açılan ucuz birahanelerin süprüntü efkarı, sen

Kıyıda balık tutan, köprü altında sevişen, banKlarda uyku peydahlayan

Keskin bakışlı adamların hüznü sen

Hayatı akıtıp sonsuz yapan kudret

Bizi en dipten alıp göğe vuran tahtına yenik iktidar, sen

Bu akşamüstlerini, bu denizi, ömrümüzün tek dizesini

Düşlediğimizi, bildiğimizi bize unutturan sen,

Neden nefesimizin sızdığı her yerde varsın?



Karaköy, yalnız adımlarım ve ben

Bu şehir, bu yıldızlar, bu fırtına, bu kehanet, bu aşk izleri, bu ömür yığınları,

Hepimiz,

Hepimiz alacaklıyız bir şeylerden

30 Aralık 2008 Salı

SAATLER

Herkesin önündeki uçuruma bir işaret koyup boşlukla hesaplaşabileceği bir gün, elerimde karanlık çağıldıyor. Bir yağmurun unutturduğunu bir eski anı hatırlatırken, eski bir sandıkta yaşlanıyor fotoğraflarımız. Hani açmaya cesaretimiz yok diye kilitleri görmezden geldiğimiz dalgalı bakışlarımız gibi, bir eski zaman göçmeninden ödünç aldığımız mutluluklarla yaşamaya çalıştığımız günler gibi, bakmayı beceremediğimiz gözler ve söylerken utandığımız sözler arasından geçip gidiyor ölümlü yanımız. Neyi eksilttik bu kadar? Nerde eskidik? Neden çok bilinmeyenli görünen denklemler için bildiğimizi feda ettik? O zaman daha kısa ve daha sade miydi saatler? Şimdiki gibi katlanmamız gerekmiyor muydu yoksa? Evet, saatler önümüzdeydi o vakitler. Henüz yaralı bir atı inatla yarışa süren seyisler değildik. Kaybettiğimizi anlayıp, yenileyebiliyorken hayatı, şimdi saatler ardımızda kaldı. Zaman koşturmacasında kanlı ellerimiz öğretmedi bize yenilgiyi. Ne kazanmak ne yitirmek yetti bize. Şimdi hayal peşinde seyreden fırtınalı bir gemiyiz. Bütün yarışlardan atılmış, bütün sürgünlerden alacaklı tahtından kovulmuş sultanlar gibi şaşkın bakıyor gözlerimiz.
Saatler… Akreple yelkovanın akıl almaz koşusu. Vuslat peşinde hiçliğe uzanan öykülerimiz gibi yalnız ve uzun ve ağır ve yaralı ve ne kadar kasvetli hal varsa içimize bulaşmış. Ama devam ediyor. Saatler öyle bir anı işaretleyecek ki bir gün, ölümsüzlüğün kurmacası içimize işleyecek. Bir şeyler ortaya çıkacak sanki. Kilitlerimizi açıp, yarışlarımızı bitirdiğimizde, sen uğruna kavga ettiğimiz sararmış gazete kupürlerini anlayabilecek kadar beni bende görebilmeye başladığında…
Saatler hiç ihanet etmedi bize aslında. Aramızda bir şeylerin biteceğini, başka kentlerin şarkılarının her yerden duyulmaya başlayacağını bize daha en başında söyledi. Biz kendi içimizdeki fırtınadan başka her şeye sağırdık. Hele ben… Ben sadece seni duyuyordum. Seni duymadığım zamanlarda uzayıp giden tren raylarına bakıp yağmuru dinliyordum. Saatlerin sesini duyamadım, kilitli sandığın içinden gelen sesleri duyamadım. Senin içten içe yalnızlık büyüten çığlıklarını, senin gözlerinde tüm dünyayı ateşe verebilecek kadar cesur bakışlar kuran sessizliğini, benim bu kırgın Aralık sonunda neye yeniden başlayacağımı hiç bilemeden bekleyen yorgun iniltilerimi, hiçbirini… Hiçbirini duyamadım.
Şimdi bir yıldönümünün puslu grisinde bedenimi ikiye ayırarak içimden geçip giden karmaşadan kurtulduğum anlarda fark ediyorum ki, o sandığın içinden sesler geliyor. Bir şeyler deviniyor. Sen ve hikayen, ben ve sevda öyküleri, kent ve akış, kader ve çizgiler yer değiştiriyor. Hayat aslında hiç tanışmadığımız bir gidişatın tınısıyla örülebiliyor sadece. Açılması gereken sandıklar açılıyor, kilitleri yuvasında döndüren anahtarlar oluyor aşklar. Kalabalıklar büyüyor durmaksızın, yalnızlıklar büyüyor.” Elinde tutabildiklerini getir” diyor hayat bize, “Senden kalanı getir. Tüm o savaşlarından, uğraşlarından, dayanabildiklerinden, verdiğin tavizlerden ve ödediğin bedellerinden geriye ne kaldıysa, elinde ve kalbinde kimi bıraktıysan onu getir” diyor. Bu pazarlığa dayanamıyor insan yanımız. Ne sen ne de ben o kadar güçlü olmayı istemiyoruz. Ne sen ne de ben savaşlarımızı bitiremiyoruz. Sandıktan sesler geliyor. Saatler bizi durmadan geride bırakıyor. Akrep yelkovana küserken ince bir Aralık sızıyor penceremden. Yorgunluğumu hissedebilecek kadar kendime asılıyorum. Odanın bir köşesinde açık kalmış bir televizyondan meteoroloji uyarıyor, kar yağabilir. Soğuk hava ülkeyi kuşatabilir. -Soğuk havanın ruhumuzu kuşatmadık yanı kalmamışken üstelik.- Sonra erken seçimden bahsediyor birileri. “Hükümet düşmeli” diyor bir diğeri “Ve siz güdülmeye mahkum insan yığınları, hükümet düşer düşmez beni seçmelisiniz.” Açlık bağırıyor bir yandan, çalınmış hayatlar, kuşatılmış özgürlükler ve kan bağırıyor ülkenin her yerinde. Yaşamak için bizlere bırakılan alanların gitgide daraldığını fark edemiyor insanın büyüyen yanı. Çocuklar gibi gülümseyerek özgürlük şarkıları söyleyebileceğimiz günler gri duvarlar ardına gömülürken sen ve ben hakkındaki her şeyin ipuçlarını haber bültenlerinde bulabileceğimi fark edip irkiliyorum.
Biz de ülke kadar çaresiziz işte. Kırılıp dökülen bir şeyleri el yordamıyla toplamaya uğraşırken, çocuk yanımızı koruyamazken, özgürlüğümüzü göz göre göre çaldırırken, birileri bizim yerimize iktidar olmaya çalışırken bizim hayatlarımızda, çaresizliğimiz gözbebeklerimizde büyüyor.
Sandıktaki sesler gitgide şiddetleniyor. Aralık penceremi aşıp içime sızdı az önce. Sana söyleyecek son sözlerim kalemimin ucunda, kalemim kağıdı teğet geçerken uzun uzun saate bakıyorum. Saatler, hepimizden daha fazla söyleyecek sözü olan saatler… Onlara katlanıyorum.




YÜN HIRKA

İçimden sonsuz bir göğe uzanıyorum. Hiç tutmadığım dilekler var daha. Tuttuklarım içimi kanatmasa onlara da sıra gelecek. Kullanılmamış bir gök bulacağım kendime.. Şimdi elimde inleyen çığlıklarımı, mum ışığında yüzündeki boyaları akıtan bir palyaço için saklıyorum. Bir dahaki güzü düşünüyorum. Şimdi puslu ve yağmurlu tenimi sıyırıp atsam üzerimden, sadece çıplak bir ruha kavuşsam, derdim tasam gökyüzünün az sonra alacağı rengi tahmin etmek olsa… Sonbaharlar gelip geçerken keder taşımasalar içlerinde… Oysa bu şehirde uçurtmalar salınacak gök bulamıyor kendilerine. Küçük koruda yürüyorum, kalbimde kızıl yaprak akını. Rüzgarda hep sevişme isteği, yağmurda hep hayata karşı çekilen beyaz bayrakların hüznü var. Aklıma takılan şarkılar var. Bir gün bir yerlerde beraber söylemişiz. Bir gün bir şehir bulmuşuz kendimize, sığınmayı bir türlü becerememişiz. Her sonbahar sürgün… Her sonbahar aklımız aynı bahçede. Lokalin bahçesinde. Tıpkı bu koru gibi, uzun ağaçlı bir yoldan geçilirdi hani. Akşamları çoğunlukla orada olurduk. Zaman orada durur, hevesler orada geçer, dünya meseleleri orada çözülür, gecenin dili orada bağlanırdı.

Biz bir aradayken yalnızlaşan, yalnızlaştıkça çoğalan bir aşkın azalmışlığına inandırdık kendimizi. Masal olalım istedik çünkü. Masal olup dile gelelim, masal olup aynaların içine girelim, duvarlardan geçelim, gölgelerin arasına süzülüp görünmeyene görünelim istedik. Kimsenin bulamadığı aşkı bulup, oyuncağını gösteren çocuklar gibi ardımızda bıraktıklarımıza gülümseyelim istedik. Ardımızdan gelenler, önümüze geçse de aldırmayalım, kaf dağının ardında tüten dumana sarılmayalım istedik. Oysa ne zehirli elmalar aralıyordu yorgun ağızlarımızı, ne istekli öpücükler… Biz masalımızı yitirdik. Karanlık, uzun bir yolun kıvrımlarında bir şeylerin varlığına alıştırdık kendimizi, yokluğa büründük. Birileri kırmızı pelerinlerimizi çaldı. Oysa prenses uykuları, sihirli sandıklar ve karlar kraliçesinin düşlettiği bir maviliğin içinde sonsuz ve akımsız kalakalmak istiyorduk, sonbahar rahat vermedi bir türlü. Örselenmiş bir eğiri demir soktu kalbimize. Yakından bakınca görünmeyen yaralarımız, uzak mesafelerin çaresizliğine attı bizi.

Yapraklar,

Ellerimizden, incinmiş tenimizden, akmayan sularımızdan yapılmış onlar,

Yapraklar,

Göz göz açılıp kulaklarımızda kırılgan sesini yıllarca yankılatan

Yapraklar

Zamanı gelince her şeyin solgunlaşacağını, silineceğini, çıtırdayıp düşebileceğini dillendiren ulaklar,

Yapraklar,

Gözlerinin feri, kırılgan düşlerinin neferi, rengini gün ışığından geçirebilecek kadar marur onlar..

Şimdi bu uzun koruda yürürken senli sensiz tüm şehirlerin ışık yağmurunu içimde duyuyorsam, henüz gelip çatmamışsa kaderin kör sağdıcı eşiklerimizin ardına, açılmamış mektuplarım varsa hala ve kilitli sandıklarım, bu uzun koru gibi bitmesini istemediğimdendir mevsimin

Fotoğrafın gibi güzeldin seni ilk gördüğümde. Hani o fotoğraf… Kayalıkların önünde ardın deniz, gözlerin deniz, kalbin deniz gülümserken, yüzünü bir yarım ada kıvrımı gibi nazikçe çevreleyen ağzında tuttuğun sigaranın dumanı bakışlarına süzülürken, sanki neye baktığını ve neyi görmek istediğini çok iyi biliyormuşsun gibi inceden gülümsediğin o fotoğrafın… Onu tuttuğum ilk defterin arasında bunca yıl saklamış olmamın bir anlamı olmalı. Yıllar sonra sessizce bu koruda buluşmak üzere sözleşmişiz gibi, yolun sonunda beni bekliyormuşsun gibi adımlarım heyecanla hızlanırken, o fotoğrafı düşünüyorum. Gelmeyeceğini bildiğimden seni daha da çok seviyorum.

Yanımdan geçen mutlu çiftlere, köpeklerini gezdiren ve sürekli gülümsen yüzlere, tek başına yürüyen ya da grup halinde susan, sükûnetle denizi izleyen, ısrarla yağmurun dinmesiyle gökyüzüne sökün edecek gökkuşağını bekleyen insanlara bakarken, hayatımızdaki bir çok hikaye gibi bu koru yolunun aslında hiç bitmediğini, sadece düzenli aralıklarla bizi dünyanın diğer yerlerine savurup, dönüp dolaşıp tekrar aynı şehre getirdiğini fark ediyorum.

Tren çığlıkları içime doluyor. Gidenlerin arasına karışıyorsun, dönelerin düşlerine musallat oluyor yolculukların. Her yeni günün sonunda bir başka şehre giriyor trenler. Her yeni gecenin sabahı bir hikaye doğuruyor.” Bunca yaşanmışlığı ne yapacağız?” diye soran gözlerin karanlıkta büyüyor. Nereye gittiğini sen de bilmiyorsun, dönüp dönmeyeceğini… Ben yolculukları yazmaktan, sen şehirleri geçmekten yorgunsun. İki insanın arasında büyüyen uçurum uzay boşluğu kadar büyüktür çoğu zaman. Bir yalnızlık bir boşluğu doldurmaya yeterken, iki kişinin yalnızlığı hiçbir boşluğa sığmayacak kadar devleşir. Biz boşluğun telaşına kapılanlardanız bana kalırsa. Senin yolun sonuna gelmiş yaşlı yüreğin, benim yatağımdan şikayetçi ve nereye akacağını bilemeyen ırmaklarıma ters düştüğünden, iki bilinmeyenli bir aşk denklemini çözemedik. Eşitliğin mutlaklığına akıl sır erdiremediğimiz zamanlarda, değerimizin karşılığı kadar sevmeyi beceremedik. Ne sayılarla ne aşkla , ne de hayatla aynı dili konuşmayı beceremeyen çocuklarıydık o küçük kentin. Aklımız hep dağınık, satırlarımız hep yaralı, fotoğraflarımızda gözlerimiz hep dalgın ve kederliydi. Kafamız karışıktı biraz. Sen mesleğinde çok yol kat etmiş bir gazeteci, ben okuduğu okulun ne işe yaradığını bile bilmeyen 19 yaşındaki bir üniversite öğrencisiyken, ansızın yağan yağmurlar sarılarla kızılları ayaklarımıza sererken, kalbimizi çalan bir güz ve apaçık bir gökyüzünün yıldızı bol gecelerinde insanı deli eden hafif rüzgarla başımız beladaydı. Ben senin geçtiğin yolların hayalini kuruyordum, sen o yollardan bir an önce kurtulup bir düzlüğe çıkmayı umuyordun. Bizi sadece bakışlarımızın birbirine kenetlediği o kesişme anı bir arada tutuyordu.

Bir gece durup dururken şehrine gelmiş, otogardan dosdoğru sana koşmuştum. Kapını çaldığımda yağmurdan ıslanmış soğuk ellerimi ısıtmaya çalışıyor sahipsiz bir sokak kedisi gibi sana bakıyordum. Beni gördüğüne sevinmiş miydim bilmiyorum. Ama ben sevinçten ölüyordum. Sonbahar yaprakları takılmıştı yün hırkamın eteklerine. Nereden geldiklerini hiç anlamamıştım, ne saflık! Sonra bütün gücünle sarıldın bana. Sonra bütün gücünle soğudun. Bütün gücüyle eriyip akıyordu aşk. Hayatın bizi ters köşeye yatırdığı bir yerde oyunu lehimize çevirecek hiçbir kozumuzun kalmamış olmasına içerliyorduk. Çünkü sen hayata küsmüştün, ben aşka. Sen düşlerine gücenmiştin ben yağmura. Çünkü her ikisi de ansızın hayatımıza girip, ansızın çekip gidiyorlardı ve biz her seferinde yeni baştan başlayacak inadı bulmakta gün geçtikçe zorlanıyorduk. Evinde kocaman siyah bir çöp torbasının içine doluşturulmuş bir sürü ödül ve plaket görmüştüm. Bunları neden daha özenli bir yerde saklamadığını sorduğumda, yüzünü ansızın ele geçiren ölümcül hüzün ifadesini unutamıyorum. O ödüller o çöp torbasındaydı, çünkü hepsi seni sürekli istemediğin yerlere savuran, mutsuzluğunu büyüten, sevdiğin, istediğin hayatı yaşamaya engel hikayelerinin neticesinde senin olmuştu. Her şeyini kaybettiğinden gözü kapalı çalışıyordun. Her türlü karanlığın, tehlikenin, uykusuz ve yorgun gecenin içine pervasızca dalıyordun. Bu yüzden ödül veriyorlardı sana, düşlerini ve sevdiklerini yitirmeyi göze aldığın için… Kimse içini, kanayan yüreğini görmüyordu. Kül tablalarını doldurup kadehleri boşaltan acıyı, içinde kıyımlara uğramış bir halk gibi toplu mezar acıları taşıdığını, beynine inen balyozları ve giderek çığ gibi büyüyen yalnızlığını görmüyorlardı. O gün sorduğum soruya verdiğin aşırı tepkinin nedenini anlamamıştım fakat bugün üzerinden geçen onca yıldan sonra tüm sebepleri kendiliğinden görebiliyorum. Bugün neden burada olmadığını, bu yolda neden yalnız yürüdüğümü, yağmurun neden milyonlarca insanın acısını kalbinden sökerek üzerimize yağdırdığını… Her şeyi…

Sonbaharda başlayıp sonbaharda biten hikayelerden fırlamış masal kahramanlarıyız biz. Kendi masalımızdan kovulduk. Ne mutlu sonları ne de gökten düşen üç elmayı görebildik. Yine de inandık masalımıza. Üzerinden yıllar geçti, mevsimler ve zaman… Üzerinden el yordamıyla çizdiğimiz yaşam yolumuzun doğru bilmez çizgisini geçtik. Aşkın, onurun, özlemenin, hatıraların hakkını verip, geleceğe daha sevecen gözlerle bakmanın altlarını kalın çizgilerle çizdik. Kazananların ve kaybedenlerin yerinin olmadığı bu masaldan bize bunlar kaldı. Bize sonbahar, sarıdan kızıla, kızıldan acı bir kahverengine dönüşen, sokaklar, bize her yeni güne daha hazırlıklı bakabilen, masumiyetini yitirmemiş bakışlarımız kaldı ve ne olur gerçek olsa masallar ya da biz masal olsak diyen şarkıların tınısı.

Korudaki yürüyüşümün sonuna geliyorum Az önce çığlıklarını duyduğum trenlerden birine binmek için istasyona doğru yürüyorum. Üşüyor gibiyim, iyi ki üzerimde yün hırkam var diyorum. Hırkama daha sıkı sarılırken düşen yapraklardan birinin eteğime takıldığını görüyorum. Bu kez şaşırmıyorum, sadece gülümsüyorum

BU BİR ŞİİR DEĞİLDİR, SADECE DENİZİM'İN VE BENİMDİR

Karanlığın kör diline tutuldu düşler,

Kaçarı olmayan dar geçitlerin soluksuzluğunda parçalanınca her şey

(Her şeyin) koca bir yalan olduğunu anladım.

Sıkılı yumruğunun arasına sığacaksa bir hayat,

İhtiyacın olan her şey değil, sadece “bir şey”…

Bir şey; tutup her sabah güne uyanabilmek için,

Nefes almak için bir neden,

Ve neden diye sorgulanacaksa yaşam her gün yeniden,

Kalbimin tam ortasında, kasıklarının arasında ve gözlerinin kör karanlığını aydınlatan ışığında saklı bulacaksın onu,

Korkulardan arınmış hayatının tam ortasında.

Küçüktüm…

Elimi kime uzatsam bilinmedik bir şehre götürüyordu beni

Yangın yeriydi katlandığımız,

İçler acısı bir hikaye yaşamaktan anladığımız

Bunca yıl birilerinin gözlerinin arkasına saklanıp kaçtık bir şeylerden

Yalandık işte,

En ışıklı ve en muhteşeminden bir yalan

Nasıl da inanmıştık uzaklarda yitip giden

Eğer hiç durmadan koşarsak yakalayabileceğimiz mucizeye,

Oysa eriyip akmıştı gözlerimiz kurşuni gerçeklerden

Kime dönsek, kime seslensek, kimden yardım dilesek

Büyüyordu yaramız.

İrin acı ve kin,

Hayat, mahşer atlısı ve tek kanatlı cin

Ne varsa usumuzda paramparça yaşadık

Paramparça olan her şeyi sevişimiz bundandı

Eskileri atmaya kıyamayışımız,

Mum ışığında “kaptan”ı okuyup ağladığımız geceler

Birbirimizi yaramızdan tanıdığımız günlerde sen ve ben

Gölgelerle savaşmaya başladık

Gardımızı düşürdü gece,

Kırmızı çatılarına ansızın yağmurlar düşen o küçük kent

Hala kendini onun kollarında sanarak yaşadığımız bu cehennem bile

İlk yaralarımız kadar kanatmadı bizi,

Aynı nehirde boğulan üç kişi,

Aynı karanlığa sevdalanmıştık çoktan,

Kime dokunsak yalnızlık büyüttük

Hangi hikayeye bürünsek, ilki kadar yakmadı canımızı

En çok da bunu sevdik

Acının bizi terk etmeyen yanını,

Ölümü ve yokluğu ezber etmenin tadını

Can verişimiz gibi sevdik ateşi, adımız pervane

Bu şehir, bu dipsiz kuyunun insanları

İnanması imkansız yalanlarla dolu,

Biz onlardan değiliz,

Bu yüzden, bitmeyecek hikayemiz