Sesinin yırtılan kadifesinden hatırladığım bir tını yine duyuluyor. Balıkçılar yorgun sandalları kıyıya çekiyor. Nerde bir dalga salınımı hızlansa içim acıyor. Bazılarının alarga vakti çoktan geçmiş. Kim bilir kaç yitik gün daha böyle sessiz sedasız kıyıyı bekleyecekler. Sandallar da yaşlanır. Onların da el yordamıyla biçilmiş muhtemel bir ömürleri var. Balıkçılar bunu biliyor. Yorgun akşam seferlerinden her dönüşlerinde bir kez daha hatırlayıp bağ koparıyorlar mavinin yanan yüzüyle. Deniz mi onları bırakacak, yoksa onlar mı denizi? Her gün bu bitimsiz pazarlığın içinde sıyrılıp rakı kadehlerinde cevaplar buluyorlar.
“Her şeyin bir ömrü var” diyor yorgun elleriyle kent atlasları çizen adam. Bakıp bakıp unuttuğu gözlerime cevaplar bırakıp ipek yolları örüyor sır tutan hayatıma.
Bir su kıyısından dünyaya bakıyor hayata ağlar ören gözlerim.
Mezopatamya’da bir çocuk eski medeniyetlerin hikayelerini dinleyerek zihninde bir türlü yerleşmeyen imgelerle savaşıyor. Sen o çocuğun gözlerinde bir yer ediniyorsun kendine. Gittiğin sınır şehirlerinde bombalar patlatırken insanın karmaşıklaşan yanı, bir mayın tarlasının önünde çektirdiğin bir fotoğrafı yolluyorsun yılların ardından. Mezopatmayalı çocuk sana bakıp şaşırıyor. “Aklı da kendisi gibi kayıp bir yabancının tanrının unuttuğu bu topraklarda ne işi var?” diye düşünüyor. Hikayelerin insanları getirebildiği yerlere şaşıyoruz.
Bir su kıyısından parçalara ayrılmış kalbini izliyorum.
Yaralarımı tuzlu suya batırıp iyileştirmeyi umuyorum. İyileşmeyen yaralar kendi mevsimini yaratıyor her seferinde. Her seferinde biraz daha silinmiş oluyor ufuk çizgisi. Elimdeki tüy kalemle üzerine rötuşlar atıyorum. Çizgi yerinden biraz daha kayıyor. Hayatlarımız gibi sürekli oynuyor yerinden. Kalemimin ucu dünyayı kanatıyor. Biraz daha mı koyulaştırmalı? Bir şilebin geçişi beni durduruyor. Yaralarımız böyle de kapanmayacak, bunu biliyorum.
Bir su kıyısındayım.
Uğruna saatlerce kavga ettiğimiz eskibir kartpostal kıyıya vuruyor. Eski bir Prag kahvesinde Kafka ucuz tütün ve kahve içiyor. Prag’ın arka sokakları aşk ve ter kokusu üflüyor üzerimize. “Kafesin biri bir kuş aramaya gitti.” diyor Kafka. Saatlerce hayal kurup uğrunakavgaya tutuştuğumuz kartpostal, özgürken yaşamayı unuttuğumuz hayatı alıp sessizce sulara gömüyor. Şimdi başka kentlerde gün sayarken biz, kartpostal kıyıdan bir hayli uzaklaşıyor. Tutsaklığımız, yaşayalım diye bir kenarda beklettiğimiz güzel günlerimizin üzerini bir kum fırtınasıyla örtüyor. Çöl kumlarının arasında zar zor açabildiğin gözlerinin kıyısında kaçak bir yakamoz saklıyorsun. Bu deniz tüm sırlarımızı biliyor gibi. Birazdan kimse okumasın diye üzerimizi örtecek.
Bir su kıyısında akşamı bekliyorum.
Deniz kabarsa, taşsa diyorum. Aç bir ejdarha gibi kötü masalların içinden çıkıp gelse ve hepimizi yutmaya kalksa. Bu kirli kalabalık, bu anılar mezarlığı, kalbimizin bir kıyısında ahmak bir telaşla beklediğimiz alarga vakitleri, saatler, bombalar, inkarımız, itikadımız, ihtirasımız,bizi bizden eden ne varsa o ejderhanın mide kazıntısına kurban giden atıştırmalık bir öğünde harcansa. Sular kaplasa kentleri.
Yüzyıllar sonra yapılan kazılarda inancın kırık fosillerini bulsa insanlar. Bir aşkın çığ gibi büyüdüğü, kalplerin çığ gibi büyüdüğü, açlığın, sahiplenme duygusunun ve öylesine söylenmiş yalanların çığ gibi büyüdüğü bu zaman dilimine hayretle baksalar. Balıkların ve balıkçıların hikayeleri, çağının en büyük tanıkları sayılarak yeniden yazılsa…
Senin hayatı kurak bir toprağın suyu içine çekmesi gibi yaşayan yüzünden bir parça kalsa yarına, ne olur?
Bir su kıyısı düşü işte…
Suya içimden bakıyorum:
Artık yitik öykülerini elinden tutup kaldıramadığım bir ana doğru gidiyorum. Gece kulağıma geleceğini fısıldıyor. Hiç çağırmasam da beni yalnız bırakmayan bir tek o var. Yine oturup hiçliğin hücrelerine ayrılacağız birlikte. Gün doğacak diye düşünüp, onun bir pamuk ipliğine yazıldığını bir kez daha anlayacağız. Birazdan bu su kıyısından ayrılacağım. Balıkçılar da ayrılacak, sen de ayrılacaksın. Acemi bir kürek mahkumu gibi hayat yine omuzlarımıza ağır gelecek. Bir an önce bitsin diye dua edeceğiz önümüzde bilmem kaç deniz mili uzaklığında serilmiş oyunlarımız için. Mesafeler diline dolar insanı. O kadar aldanmışızdır ki, sonunda elimizde hep daha fazlasının olduğunu sanan ahmaklardan oluruz
“Denizi bir testiye doldursan ne alır? Bir günün kısmetini” diye yüzyıllar ötesinden kulağımıza fısıldar Mevlana. Biz bunu duyduğumuzda, bir çok şey için geç kalmışızdır
Suyu bırakıyorum:
Kimsenin bakmadığı bir tarafında bir kıyının, gözlerin beliriyor ve yıllar önce kalbimden kurşun akıtan sözlerimi çıkarıyorum sakladığım yerden.Senden değil, sulardan alacaklıyım artık.
“Mecaz sözcüklerin gerçek anlamı dışında kullanma sanatıdır”
Can çekişen kalabalığın içinde dalgın yürüyorum saatlerdir. Gerekli işler halledildi. Görülmesi gereken insanlar görüldü. Yeri gelen sözcükler doğal bir kalıba oturtuldu. Neye dönüştüğünü bilmeden bir imaj yerleştirildi bu gerekli kişilerin kafalarına. Kent kalabalık. Sokaklar yaşam hevesinin ağırlığıyla dolup taşıyor. Arada bir martı süzülüyor gökyüzünde, kaldırıma solgun bir papatya düşüyor. –Papatyaların yolu yanlışlıkla düşer büyük şehirlere, martılar evvel aşklar masalları taşır ağızlarında yanlışlıkla ve zaten çoğu kez bulunduğumuz yere yanlışlıkla gelmişizdir.-
Gerekli işler,taşınan yükler ve anlamını bilmediğimiz hayatlarımıza zorla bir anlam biçme çabasıdır. İçimizden öylesine geliveren her davranış insanlar için küstahçadır ve buna süslü bir kılıf uydurulmalıdır. Yolun gidişatını değiştirmiş gibi görünmek, yolcu olmaktan korkanları rahatlatır ve böylece yola koyulan rahat bırakılır. Kaydırılan anlamlar ve süslü sözler gırtlağımıza tutunan iki eldir, yaşar gideriz onunla. Sokaklar geçer, düşler kıyar, aşklar tüketiriz. Mecazdır hayat. Eğer usturuplu bir yalanı yorgan edinmişse uykularınız ve her sabah uyandığınız yatakta vücudunuzu iğneleyen bir şeyler varsa durmaksızın, normallerine alıştığınız insanlar her gün bir uçurum kıyısını işaret ediyorlarsa yaşamlarınıza, kendinize evrende yeni bir paralel edinmenin vaktidir.
Dosdoğru söylediğiniz sözcükler iki ucu keskin bir bıçaktır. Kime çevirirseniz çevirin bir ucu çoktan kalbinize saplanmıştır. Unutmak kendisiyle yüzleşmekten korkanların ipek kalkanıdır. Nasıl da yırtılırlar. Oysa siz hiçbir şeyi unutmamışsınızdır. Zira unutmak yok saymaktır. Yok saymak, silinmeyecek bir yazıyı silme çabasıdır. “Aslında böyle demek istememiştimler” ile “İstersen şöyle anlatayımlar” arasında yüreğini bıçak altına yatırırken insanlar, hayat mecazdır.
Oysa gecenin sonunda güneş doğar ve suda bir balık çırpınır. Her şey daha güzel olsun, su daha berrak, pullarım daha parlak görünsün çabası değildir balığınki. Sadece balık oluşundan, hayatta kalması gerektiğinden ve bulunduğu sudan çok sıkıldığındandır tüm derdi. Bu yüzden insanlar balıkları küçümser, onları oltalarına takmak ister ve takarlar da. Fakat insanlar hiçbir zaman denizin uçsuz bucaksızlığını kestiremezler. Enginlik korkulu bir rüyadır. Tehlikeli ve uzaktır. Balık kadar cesareti yoktur içinde yaşamaya.
Kalabalığı geçiyorum. Mecazları geçemiyorum. İskeleye martı akını var. Martılar çocukları gülümsetir, yetişkinleri ağlatır. Eğer kalbinizden dünyanın ağır yükü gelip geçmişse, kırgın fakat umutlu gülümsetebilir sizi. Yarası elinde deli gibi koşturan insan yığınlarının arasında nefes almaya çalışan biri için az şey değildir bir martıya gülümsemek.
Deniz kokusu karada yaşayanların tutulduğu bir hayaldir. Zaman göz kenarlarımıza yeni çizgiler eklemek için mesai harcarken, biz yabancısı olduğumuz avuçların içinde harcanırken, deniz sınırların tükendiği bir hayat vaat eder gibi boylu boyunca serilir önümüze. Kentler denize kıyısı olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye ayrılırken, bir maviliğin içinde önce yitirip sonra buldurur kendini kalbimizin sürgün coğrafyası.
Bir günü daha yalnız bitirmenin kanamalı halleri bizi acıya tutundurur. Ertesi sabah yola düşülecek gibidir.Ertesi sabah soğuk ve uzak gölgelerimizi burada bırakıp bilinmeyen bir iklime göç edecek gibiyizdir. “Beni sevmediler hiç.” Dudaktan dökülür dökülmez ölen bir cümledir. Kalkar denize dökülür sonra.Martılar buna aldırmaz, sadece parende atarlar mavinin üzerinde. İnsanlar buna aldırmaz, sadece başkalarından söktükleri kalpleri ufalayıp denize atarlar ekmek niyetine. Bu yüzdendir ki, her martı atılan her ekmeği yemez.
İnsanlar, deniz kokusu, vapur kalabalığı ve şehir hatlarında yorgun ömürlerini tüketirler. Kıştır. Kış, dört mevsimde bir gelip, önümüze sahipsizliğimizi koyar. Ellerimiz kazaklarımızın kolları içinde, kalbimiz bitmeyen üşümelerden yorgun, yağmur ve ayaz göz çukurlarımızdan içeri sızıp dururken, yollar uzayıp günler kısalırken, mecazlar yakamızı bir türlü bırakmazken, ölümlü gözlerimiz düşlerimizi de ölümlü kılar.
Sese susmuş söz gibidir bazen Kadifeli elleri bir sokağın Alaycı gülümseyişine yenilme Her sokağın Çamurlarını temizleyen elleri vardır Aceleci adımlar bilmez bunu Yağmur durmuyorsa bir bildiği vardır Titrek alevler büyütür Karanlık ağaçlardan düşen masallar İnsan önce masalları Sonra şehirleri biçer Ve kalmadığında hiçbir şeyin kederi Rüzgar kimi savuracağını bilemez Gücü yapraklara yeter
Ve bir gün Sanki ilk kez geçiyormuş gibi yürünür o sokaklardan Malum keder yadırganır önce Sonra biter
Kayalıklara oturmuş bir hançerin sahibi Laf olsun diye gülümserse bir gün Ve hiç gülümsemezse ardından Ve hiç görmemeiş gibi yoluna devam ederse Şaşırmayacaksın Bunlar dünya tuzla buz olmasın diye Bir yerlere yazılmış dualardır
Korkudan içine çekilmiş testereler edinir kalpler Ucu kime değerse Yangın çıkar kuytuluklarda
Katran kokusu sinmiş hayatlarımızdır biraz Ve bir gün Bir kaldırımda çiğnenen Papatya ölüsü Kedere hükmeder
Hepsi sese susmuş sözdür Sırası gelir söylenir Ya da söylenmez Susma hakkı sokaklara geçer
Biz yaralı taylardık. Geceden saklayacak hiçbir şeyimiz yoktu. Biri gelip elimizde avucumuzda olanı talan etmemişti henüz ve biz de bundan fazlasını istemiyorduk. Menekşe İstasyonu’nda denize dalıp birbirimizi bekliyorduk saatlerce. Bazen gelen olmuyordu, bazen birbirimize saat bildirmeden buluşuveriyorduk.
Oysa kirli duvarındaki yazılarını, sessizliğini, nemli ve eski iki bankın yalnızlığını, önünde boylu boyunca uzanan denizi ve arka fondaki gecekonduların sahiciliğini hesaba katarsanız, bu istasyonun nelere kadir olabileceğini hemen kestirebilirdiniz.
Şehrin en kirli denizinin üzerinde uzanır Menekşe İstasyonu. Akşamüstü trenle geçerken o kirli deniz pırıl pırıl parlar, elmas taşlar döker gözlerine insanın. Şehrin merkezinde bütün gününüz tükenmiştir. Nereye gittiğinizi, nereden geldiğinizi, evinizin neresi olduğunu bilmezken, hayat gözlerinizde alev yansımaları, kucağınızda durmaksızın dönen bir boşluk peydahlamışsa ve siz yirmi yılı aynı hat üzerinde tüketmişseniz, iki nokta arasındaki en kısa yoldasınızdır ve o yol mutlaka Menekşe İstasyonu’ndan geçer. Geçip gidenlerdir karşılığınız… Kısa menzillerde uzun hikayeler büyütenlerdensinizdir işte. Hepsi bu. On beş dakikada bir tren kalkar kalbinizin tarifeli yollarında. On beş dakikalar on beş asır gibi yaşanır ve siz en sonunda hiçbir yere giden bir vagonun içinde sancı büyüten bir yaralı kalbe bürünürsünüz. Bir jeton parasına hayatlar satın alırsınız. Turnikeler jetonları yutar. Deneme, yanılma ve itiraz… Biraz teslimiyet, biraz aciziyet ve en sonunda bu kez bir yenisini almak yerine,jetonunuzu kurtarmak için yanıp tutuşmaya başlarsanız. Yalan mı söylüyorum? Menekşe’ye sorun.
Bir keresinde elimde bir demet papatyayla saatlerce oturup O’nu beklemiştim. Akşamüstü saat beş civarı gelecekti. İlkyazdı. Deniz bu kez bizim için elmas saçacak, oynaşmaları kirli duvara vuracak, ben papatyaları O’nun kucağına dökecektim. Trenden inip arkamdan gözlerini kapadığında tanıyamamış numarası yapıp sevindirecektim çocuk yanını. Çünkü O’ndan başka gözlerimi kapayıp “Ben kimim?” diye soracak kimsem yoktu ve O bunu bilmiyordu.
Saatler geçti, vagonlar geçti.
Papatyalar solmaya başladı. Sanki kalabalık bir kaldırıma düşmüşler gibi… Sanki bu küçük, aptal burjuva alışkanlığı bile bize fazlaydı. Ne olurdu? Hayat bir kez de kanayan yerlerimizi sınamayı bırakıp O’na bu şapşal soruyu sordursaydı, ben de “Kimsin sen?” deyip şaşırsaydım. Papatyalar yüzyıllardır gördükleri her şeyi unutup çıldırsalardı –Çünkü ben o zamanlar çiçeklerin yüzyıllık bir ruh taşıdığına inanırdım- Menekşe İstasyonu’na akşam güneşi vururken ellerini tutsaydım. Okulu kırdığımız günlerden biri daha böyle geçip gitseydi.
Tren düdüğü çaldı.
Vagonların çığlıklarını bilir misiniz?
Rayları yarıp kalbini deşer insanın. Hareket vaktidir. bir şeyler yaklaşır, bir şeyler uzaklaşır. Gidenler kalanları, bekleyenler çürüyenleri kollamaya başlar. Son sigaralar içilip izmaritleri raylara tükürülür. Hayatın düdüğü hep içimizde çalar.
İşte bekçi düdüğü yine kirli duvarlarda çınlıyordu ve O bir türlü gelmiyordu. İstasyona yanaşan trenlerin içine tek tek bakıyordum. Fakat bu da boş bir çabaydı. Çünkü orası Bakırköy ya da Yeşilköy gibi insanların trenden akın ettikleri istasyonlardan değildi. Eli yüzü düzgün hayatlar yaşayan insanlar, Menekşe’de inmezlerdi. İnen birkaç kişi ise sokaklarda eğreti duran, yüzleri, zihinleri kırık adamlardı. Olduklarından daha gerçek ve daha güzel olamazlardı. Ben hepsini severdim. Menekşe İstasyonu’nu, paramparça hayatları, seni beklemeyi… Hepsinin içindeydim ve hepsi içimdeydi. Günün birinde gelmeyişlerini de sevmek zorunda kalacağımı bilmiyordum.
Dedim ya, hiç saate bakıp randevulaşmazdık. İç sesimizi dinleyerek birbirimizi bulabiliyorduk ve bu koca şehirde birbirimizi bulabileceğimiz tek yer Menekşe İstasyonu’ydu. Bazen hayatın yakamızı bırakmadığı zamanlar gelir ve birimiz mutlaka ekilen taraf olurduk. O iki yalnız banka sorun, çok iyi bilirler. Birbirimize kızmazdık. Ne de olsa aynı sularda boğuluyorduk ve eninde sonunda buluyorduk birbirimizi.
Fakat o gün, benim bekleyişlerimin, O’nun gelmeyişlerinin ilk günüymüş. O günden sonra günlerce gittim oraya. Bekledim, trenler geçti. Kalbimi raylara yatırıp büyüdüm sonra. O hiç gelmedi. Bakışlarını çağıran sesi, dünyayı büyüten elleri, rüzgarda dalgalanan saçları bir daha hiç görünmedi.
Biz, bize sorulmadan büyüdük. Büyümek zorundaydık çünkü. Hayat bize çiçekli vadiler, ışıklı kapılar vaat etmiyordu. Etse bile, ışıklı kapıların eşiğinde ölebilirdik biz. Ömründe ilk defa kirli suyu değiştirilen akvaryum balıklarıydık. Herkesin kullanmaya alışık olduğu temiz sular cehennem kapılarında dökülüyordu bize. O’na sadece bir kez papatya aldım ve ardından her şey silindi.
Yıllar geçti. Hayatın bizi sürüklediği yerden çıkamayışlarımızla ömrümüzün yarısını tüketmiştik. Ortalama yetmiş yıllık bir insan ömrü düşünün. On beş yılı yazdır, on beş yılı kış. Geriye kalan kırk yıl sonbahardır. İnsan yapraklar gibi ağır ağır çürür.(Üstelik hiç sonbahar görmeyeceğini sananların arasında)
Uzun bir zaman sonra tesadüfen haber aldım ondan. Çürümenin ortasında. Yıllarını yurtdışında geçirmek zorunda kalan bir kaçaktı artık. Ortak bir tanıdığımızın aracılığıyla haberleştik. Yarın ilkyazın ilk günü. Saat beş gibi Menekşe İstasyonu’nda buluşacağız.
Eğer karaya çıkmak istersen, ayaklarının altında daha garanti bir şeyler bulmak istersen, o zaman çevreni saran tanrıların müziği duyulmaz olur. Ama iyi bir hikayen ve onu anlatacak biri varsa henüz işin bitmemiş demektir.