26 Mart 2009 Perşembe

TAŞ PARÇASI

O kadar sessiz ki sokaklara bırakılmışlığınız

Bütün karnavalların hüznü üzerime çekerken

Şehir adam akıllı açken

Bir şeyleri oldurmaya

Ve arkamdan ıslık çalarak dolaşır keder

Gel gör ki neyin kederidir

Kendisi de bilmez

Oysa yağmura soru gerekmez

Yağar da yağar

Islanmaya kimsenin gücü yetmez

Bırakın yorumsuzunuz olayım

Uzak bir köy mezarlığının birkaç kilometre ötesinde

Unutulmuş bir taş parçası hatta

Geceleri ışığını sektireyim üzerimden

Parlayan bir yıldızın

Gökyüzü hatırlasın, siz unutun

Hatırladıklarınıza benzemesin sonum

13 Mart 2009 Cuma

SUYA BAKMAK


Bir su kıyısında oturuyorum:

Sesinin yırtılan kadifesinden hatırladığım bir tını yine duyuluyor. Balıkçılar yorgun sandalları kıyıya çekiyor. Nerde bir dalga salınımı hızlansa içim acıyor. Bazılarının alarga vakti çoktan geçmiş. Kim bilir kaç yitik gün daha böyle sessiz sedasız kıyıyı bekleyecekler. Sandallar da yaşlanır. Onların da el yordamıyla biçilmiş muhtemel bir ömürleri var. Balıkçılar bunu biliyor. Yorgun akşam seferlerinden her dönüşlerinde bir kez daha hatırlayıp bağ koparıyorlar mavinin yanan yüzüyle. Deniz mi onları bırakacak, yoksa onlar mı denizi? Her gün bu bitimsiz pazarlığın içinde sıyrılıp rakı kadehlerinde cevaplar buluyorlar.

“Her şeyin bir ömrü var” diyor yorgun elleriyle kent atlasları çizen adam. Bakıp bakıp unuttuğu gözlerime cevaplar bırakıp ipek yolları örüyor sır tutan hayatıma.

Bir su kıyısından dünyaya bakıyor hayata ağlar ören gözlerim.

Mezopatamya’da bir çocuk eski medeniyetlerin hikayelerini dinleyerek zihninde bir türlü yerleşmeyen imgelerle savaşıyor. Sen o çocuğun gözlerinde bir yer ediniyorsun kendine. Gittiğin sınır şehirlerinde bombalar patlatırken insanın karmaşıklaşan yanı, bir mayın tarlasının önünde çektirdiğin bir fotoğrafı yolluyorsun yılların ardından. Mezopatmayalı çocuk sana bakıp şaşırıyor. “Aklı da kendisi gibi kayıp bir yabancının tanrının unuttuğu bu topraklarda ne işi var?” diye düşünüyor. Hikayelerin insanları getirebildiği yerlere şaşıyoruz.

Bir su kıyısından parçalara ayrılmış kalbini izliyorum.

Yaralarımı tuzlu suya batırıp iyileştirmeyi umuyorum. İyileşmeyen yaralar kendi mevsimini yaratıyor her seferinde. Her seferinde biraz daha silinmiş oluyor ufuk çizgisi. Elimdeki tüy kalemle üzerine rötuşlar atıyorum. Çizgi yerinden biraz daha kayıyor. Hayatlarımız gibi sürekli oynuyor yerinden. Kalemimin ucu dünyayı kanatıyor. Biraz daha mı koyulaştırmalı? Bir şilebin geçişi beni durduruyor. Yaralarımız böyle de kapanmayacak, bunu biliyorum.

Bir su kıyısındayım.

Uğruna saatlerce kavga ettiğimiz eski bir kartpostal kıyıya vuruyor. Eski bir Prag kahvesinde Kafka ucuz tütün ve kahve içiyor. Prag’ın arka sokakları aşk ve ter kokusu üflüyor üzerimize. “Kafesin biri bir kuş aramaya gitti.” diyor Kafka. Saatlerce hayal kurup uğruna kavgaya tutuştuğumuz kartpostal, özgürken yaşamayı unuttuğumuz hayatı alıp sessizce sulara gömüyor. Şimdi başka kentlerde gün sayarken biz, kartpostal kıyıdan bir hayli uzaklaşıyor. Tutsaklığımız, yaşayalım diye bir kenarda beklettiğimiz güzel günlerimizin üzerini bir kum fırtınasıyla örtüyor. Çöl kumlarının arasında zar zor açabildiğin gözlerinin kıyısında kaçak bir yakamoz saklıyorsun. Bu deniz tüm sırlarımızı biliyor gibi. Birazdan kimse okumasın diye üzerimizi örtecek.

Bir su kıyısında akşamı bekliyorum.

Deniz kabarsa, taşsa diyorum. Aç bir ejdarha gibi kötü masalların içinden çıkıp gelse ve hepimizi yutmaya kalksa. Bu kirli kalabalık, bu anılar mezarlığı, kalbimizin bir kıyısında ahmak bir telaşla beklediğimiz alarga vakitleri, saatler, bombalar, inkarımız, itikadımız, ihtirasımız, bizi bizden eden ne varsa o ejderhanın mide kazıntısına kurban giden atıştırmalık bir öğünde harcansa. Sular kaplasa kentleri.

Yüzyıllar sonra yapılan kazılarda inancın kırık fosillerini bulsa insanlar. Bir aşkın çığ gibi büyüdüğü, kalplerin çığ gibi büyüdüğü, açlığın, sahiplenme duygusunun ve öylesine söylenmiş yalanların çığ gibi büyüdüğü bu zaman dilimine hayretle baksalar. Balıkların ve balıkçıların hikayeleri, çağının en büyük tanıkları sayılarak yeniden yazılsa…

Senin hayatı kurak bir toprağın suyu içine çekmesi gibi yaşayan yüzünden bir parça kalsa yarına, ne olur?

Bir su kıyısı düşü işte…

Suya içimden bakıyorum:

Artık yitik öykülerini elinden tutup kaldıramadığım bir ana doğru gidiyorum. Gece kulağıma geleceğini fısıldıyor. Hiç çağırmasam da beni yalnız bırakmayan bir tek o var. Yine oturup hiçliğin hücrelerine ayrılacağız birlikte. Gün doğacak diye düşünüp, onun bir pamuk ipliğine yazıldığını bir kez daha anlayacağız. Birazdan bu su kıyısından ayrılacağım. Balıkçılar da ayrılacak, sen de ayrılacaksın. Acemi bir kürek mahkumu gibi hayat yine omuzlarımıza ağır gelecek. Bir an önce bitsin diye dua edeceğiz önümüzde bilmem kaç deniz mili uzaklığında serilmiş oyunlarımız için. Mesafeler diline dolar insanı. O kadar aldanmışızdır ki, sonunda elimizde hep daha fazlasının olduğunu sanan ahmaklardan oluruz

“Denizi bir testiye doldursan ne alır? Bir günün kısmetini” diye yüzyıllar ötesinden kulağımıza fısıldar Mevlana. Biz bunu duyduğumuzda, bir çok şey için geç kalmışızdır

Suyu bırakıyorum:

Kimsenin bakmadığı bir tarafında bir kıyının, gözlerin beliriyor ve yıllar önce kalbimden kurşun akıtan sözlerimi çıkarıyorum sakladığım yerden. Senden değil, sulardan alacaklıyım artık.

9 Mart 2009 Pazartesi

MECAZ

“Mecaz sözcüklerin gerçek anlamı dışında kullanma sanatıdır

Can çekişen kalabalığın içinde dalgın yürüyorum saatlerdir. Gerekli işler halledildi. Görülmesi gereken insanlar görüldü. Yeri gelen sözcükler doğal bir kalıba oturtuldu. Neye dönüştüğünü bilmeden bir imaj yerleştirildi bu gerekli kişilerin kafalarına. Kent kalabalık. Sokaklar yaşam hevesinin ağırlığıyla dolup taşıyor. Arada bir martı süzülüyor gökyüzünde, kaldırıma solgun bir papatya düşüyor. –Papatyaların yolu yanlışlıkla düşer büyük şehirlere, martılar evvel aşklar masalları taşır ağızlarında yanlışlıkla ve zaten çoğu kez bulunduğumuz yere yanlışlıkla gelmişizdir.-

Gerekli işler, taşınan yükler ve anlamını bilmediğimiz hayatlarımıza zorla bir anlam biçme çabasıdır. İçimizden öylesine geliveren her davranış insanlar için küstahçadır ve buna süslü bir kılıf uydurulmalıdır. Yolun gidişatını değiştirmiş gibi görünmek, yolcu olmaktan korkanları rahatlatır ve böylece yola koyulan rahat bırakılır. Kaydırılan anlamlar ve süslü sözler gırtlağımıza tutunan iki eldir, yaşar gideriz onunla. Sokaklar geçer, düşler kıyar, aşklar tüketiriz. Mecazdır hayat. Eğer usturuplu bir yalanı yorgan edinmişse uykularınız ve her sabah uyandığınız yatakta vücudunuzu iğneleyen bir şeyler varsa durmaksızın, normallerine alıştığınız insanlar her gün bir uçurum kıyısını işaret ediyorlarsa yaşamlarınıza, kendinize evrende yeni bir paralel edinmenin vaktidir.

Dosdoğru söylediğiniz sözcükler iki ucu keskin bir bıçaktır. Kime çevirirseniz çevirin bir ucu çoktan kalbinize saplanmıştır. Unutmak kendisiyle yüzleşmekten korkanların ipek kalkanıdır. Nasıl da yırtılırlar. Oysa siz hiçbir şeyi unutmamışsınızdır. Zira unutmak yok saymaktır. Yok saymak, silinmeyecek bir yazıyı silme çabasıdır. “Aslında böyle demek istememiştimler” ile “İstersen şöyle anlatayımlar” arasında yüreğini bıçak altına yatırırken insanlar, hayat mecazdır.

Oysa gecenin sonunda güneş doğar ve suda bir balık çırpınır. Her şey daha güzel olsun, su daha berrak, pullarım daha parlak görünsün çabası değildir balığınki. Sadece balık oluşundan, hayatta kalması gerektiğinden ve bulunduğu sudan çok sıkıldığındandır tüm derdi. Bu yüzden insanlar balıkları küçümser, onları oltalarına takmak ister ve takarlar da. Fakat insanlar hiçbir zaman denizin uçsuz bucaksızlığını kestiremezler. Enginlik korkulu bir rüyadır. Tehlikeli ve uzaktır. Balık kadar cesareti yoktur içinde yaşamaya.

Kalabalığı geçiyorum. Mecazları geçemiyorum. İskeleye martı akını var. Martılar çocukları gülümsetir, yetişkinleri ağlatır. Eğer kalbinizden dünyanın ağır yükü gelip geçmişse, kırgın fakat umutlu gülümsetebilir sizi. Yarası elinde deli gibi koşturan insan yığınlarının arasında nefes almaya çalışan biri için az şey değildir bir martıya gülümsemek.

Deniz kokusu karada yaşayanların tutulduğu bir hayaldir. Zaman göz kenarlarımıza yeni çizgiler eklemek için mesai harcarken, biz yabancısı olduğumuz avuçların içinde harcanırken, deniz sınırların tükendiği bir hayat vaat eder gibi boylu boyunca serilir önümüze. Kentler denize kıyısı olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye ayrılırken, bir maviliğin içinde önce yitirip sonra buldurur kendini kalbimizin sürgün coğrafyası.

Bir günü daha yalnız bitirmenin kanamalı halleri bizi acıya tutundurur. Ertesi sabah yola düşülecek gibidir. Ertesi sabah soğuk ve uzak gölgelerimizi burada bırakıp bilinmeyen bir iklime göç edecek gibiyizdir. “Beni sevmediler hiç.” Dudaktan dökülür dökülmez ölen bir cümledir. Kalkar denize dökülür sonra. Martılar buna aldırmaz, sadece parende atarlar mavinin üzerinde. İnsanlar buna aldırmaz, sadece başkalarından söktükleri kalpleri ufalayıp denize atarlar ekmek niyetine. Bu yüzdendir ki, her martı atılan her ekmeği yemez.

İnsanlar, deniz kokusu, vapur kalabalığı ve şehir hatlarında yorgun ömürlerini tüketirler. Kıştır. Kış, dört mevsimde bir gelip, önümüze sahipsizliğimizi koyar. Ellerimiz kazaklarımızın kolları içinde, kalbimiz bitmeyen üşümelerden yorgun, yağmur ve ayaz göz çukurlarımızdan içeri sızıp dururken, yollar uzayıp günler kısalırken, mecazlar yakamızı bir türlü bırakmazken, ölümlü gözlerimiz düşlerimizi de ölümlü kılar.

Ne demeye mi çalışıyorum burada?

Aldırmayın, alt tarafı mecaz aslında.

4 Mart 2009 Çarşamba

REVOLVER

Bize dar gelen bir şeyler var

Sokaklar çamur besler damarlarında

Ve anılar yakıp çöp konteynırlarına boşaltır insanlar

Kazanılacak savaşları varmış gibi

Oysa her şey derin bir çukura dönüştüğünde

Gidilecek yerin olmadığı için,

Gidenlerden olursun

Sanki eskiden güzel bir şeyler vardı

Eskiden bizi oyalardı dünya

Ne çabuk eskide kaldı

Ben buradan yarına geçiyorum beyler

Son kadehi orada alacağım

Ben boşluğa geçiyorum beyler

Orada her şey daha hafif

Ardımdan gelmek isteyenlere

Birer revolver veriyorum

Her şey biraz daha hafif olsun diye

Üzgünüm

Güzel şarkıları bitirdik

Müzik kutusuna lanet çöktü

Herkes o kadar neşeliydi ki söyleyemedim

Şimdi söylüyorum

Ve susuyorum sonra

Umurumda değil

Yarına ne olacak kaygısı

Evet evet,

Bize dar gelen bir şeyler var

Günah yüzdürdüğümüz şişeler

Ve şehirler

Her birinde gözyaşımızı saklardık

Utanması yoktu denizlerin

Bizi anlardı

Ve birinin gözlerine baktığımızda

Dünya küçülürdü eskiden

Çok eskiden

2+2’nin cevabı hiç değilken.

Bu yüzden daralıyoruz şehirlerde

Sığmıyoruz sokaklara

Duramıyoruz kalabalığın içinde

Sonumuz ne mi olacak?

Hayır, böyle sorular sormuyoruz burada

Çünkü burada soruları soran adam

Ölüdür

Ve haklıdır katilleri

Güllerin

Elini masaya koy

Revolverini al

Ve arka odaya geç bayım

Birazdan yanındayım

9 Şubat 2009 Pazartesi

SUSMA HAKKI

Sese susmuş söz gibidir bazen
Kadifeli elleri bir sokağın
Alaycı gülümseyişine yenilme
Her sokağın
Çamurlarını temizleyen elleri vardır
Aceleci adımlar bilmez bunu
Yağmur durmuyorsa bir bildiği vardır
Titrek alevler büyütür
Karanlık ağaçlardan düşen masallar
İnsan önce masalları
Sonra şehirleri biçer
Ve kalmadığında hiçbir şeyin kederi
Rüzgar kimi savuracağını bilemez
Gücü yapraklara yeter

Ve bir gün
Sanki ilk kez geçiyormuş gibi yürünür o sokaklardan
Malum keder yadırganır önce
Sonra biter

Kayalıklara oturmuş bir hançerin sahibi
Laf olsun diye gülümserse bir gün
Ve hiç gülümsemezse ardından
Ve hiç görmemeiş gibi yoluna devam ederse
Şaşırmayacaksın
Bunlar dünya tuzla buz olmasın diye
Bir yerlere yazılmış dualardır

Korkudan içine çekilmiş testereler edinir kalpler
Ucu kime değerse
Yangın çıkar kuytuluklarda

Katran kokusu sinmiş hayatlarımızdır biraz
Ve bir gün
Bir kaldırımda çiğnenen
Papatya ölüsü
Kedere hükmeder

Hepsi sese susmuş sözdür
Sırası gelir söylenir
Ya da söylenmez
Susma hakkı sokaklara geçer

24 Ocak 2009 Cumartesi

MENEKŞE İSTASYONU

Biz yaralı taylardık. Geceden saklayacak hiçbir şeyimiz yoktu. Biri gelip elimizde avucumuzda olanı talan etmemişti henüz ve biz de bundan fazlasını istemiyorduk. Menekşe İstasyonu’nda denize dalıp birbirimizi bekliyorduk saatlerce. Bazen gelen olmuyordu, bazen birbirimize saat bildirmeden buluşuveriyorduk.

Oysa kirli duvarındaki yazılarını, sessizliğini, nemli ve eski iki bankın yalnızlığını, önünde boylu boyunca uzanan denizi ve arka fondaki gecekonduların sahiciliğini hesaba katarsanız, bu istasyonun nelere kadir olabileceğini hemen kestirebilirdiniz.

Şehrin en kirli denizinin üzerinde uzanır Menekşe İstasyonu. Akşamüstü trenle geçerken o kirli deniz pırıl pırıl parlar, elmas taşlar döker gözlerine insanın. Şehrin merkezinde bütün gününüz tükenmiştir. Nereye gittiğinizi, nereden geldiğinizi, evinizin neresi olduğunu bilmezken, hayat gözlerinizde alev yansımaları, kucağınızda durmaksızın dönen bir boşluk peydahlamışsa ve siz yirmi yılı aynı hat üzerinde tüketmişseniz, iki nokta arasındaki en kısa yoldasınızdır ve o yol mutlaka Menekşe İstasyonu’ndan geçer. Geçip gidenlerdir karşılığınız… Kısa menzillerde uzun hikayeler büyütenlerdensinizdir işte. Hepsi bu. On beş dakikada bir tren kalkar kalbinizin tarifeli yollarında. On beş dakikalar on beş asır gibi yaşanır ve siz en sonunda hiçbir yere giden bir vagonun içinde sancı büyüten bir yaralı kalbe bürünürsünüz. Bir jeton parasına hayatlar satın alırsınız. Turnikeler jetonları yutar. Deneme, yanılma ve itiraz… Biraz teslimiyet, biraz aciziyet ve en sonunda bu kez bir yenisini almak yerine, jetonunuzu kurtarmak için yanıp tutuşmaya başlarsanız. Yalan mı söylüyorum? Menekşe’ye sorun.

Bir keresinde elimde bir demet papatyayla saatlerce oturup O’nu beklemiştim. Akşamüstü saat beş civarı gelecekti. İlkyazdı. Deniz bu kez bizim için elmas saçacak, oynaşmaları kirli duvara vuracak, ben papatyaları O’nun kucağına dökecektim. Trenden inip arkamdan gözlerini kapadığında tanıyamamış numarası yapıp sevindirecektim çocuk yanını. Çünkü O’ndan başka gözlerimi kapayıp “Ben kimim?” diye soracak kimsem yoktu ve O bunu bilmiyordu.

Saatler geçti, vagonlar geçti.

Papatyalar solmaya başladı. Sanki kalabalık bir kaldırıma düşmüşler gibi… Sanki bu küçük, aptal burjuva alışkanlığı bile bize fazlaydı. Ne olurdu? Hayat bir kez de kanayan yerlerimizi sınamayı bırakıp O’na bu şapşal soruyu sordursaydı, ben de “Kimsin sen?” deyip şaşırsaydım. Papatyalar yüzyıllardır gördükleri her şeyi unutup çıldırsalardı –Çünkü ben o zamanlar çiçeklerin yüzyıllık bir ruh taşıdığına inanırdım- Menekşe İstasyonu’na akşam güneşi vururken ellerini tutsaydım. Okulu kırdığımız günlerden biri daha böyle geçip gitseydi.

Tren düdüğü çaldı.

Vagonların çığlıklarını bilir misiniz?

Rayları yarıp kalbini deşer insanın. Hareket vaktidir. bir şeyler yaklaşır, bir şeyler uzaklaşır. Gidenler kalanları, bekleyenler çürüyenleri kollamaya başlar. Son sigaralar içilip izmaritleri raylara tükürülür. Hayatın düdüğü hep içimizde çalar.

İşte bekçi düdüğü yine kirli duvarlarda çınlıyordu ve O bir türlü gelmiyordu. İstasyona yanaşan trenlerin içine tek tek bakıyordum. Fakat bu da boş bir çabaydı. Çünkü orası Bakırköy ya da Yeşilköy gibi insanların trenden akın ettikleri istasyonlardan değildi. Eli yüzü düzgün hayatlar yaşayan insanlar, Menekşe’de inmezlerdi. İnen birkaç kişi ise sokaklarda eğreti duran, yüzleri, zihinleri kırık adamlardı. Olduklarından daha gerçek ve daha güzel olamazlardı. Ben hepsini severdim. Menekşe İstasyonu’nu, paramparça hayatları, seni beklemeyi… Hepsinin içindeydim ve hepsi içimdeydi. Günün birinde gelmeyişlerini de sevmek zorunda kalacağımı bilmiyordum.

Dedim ya, hiç saate bakıp randevulaşmazdık. İç sesimizi dinleyerek birbirimizi bulabiliyorduk ve bu koca şehirde birbirimizi bulabileceğimiz tek yer Menekşe İstasyonu’ydu. Bazen hayatın yakamızı bırakmadığı zamanlar gelir ve birimiz mutlaka ekilen taraf olurduk. O iki yalnız banka sorun, çok iyi bilirler. Birbirimize kızmazdık. Ne de olsa aynı sularda boğuluyorduk ve eninde sonunda buluyorduk birbirimizi.

Fakat o gün, benim bekleyişlerimin, O’nun gelmeyişlerinin ilk günüymüş. O günden sonra günlerce gittim oraya. Bekledim, trenler geçti. Kalbimi raylara yatırıp büyüdüm sonra. O hiç gelmedi. Bakışlarını çağıran sesi, dünyayı büyüten elleri, rüzgarda dalgalanan saçları bir daha hiç görünmedi.

Biz, bize sorulmadan büyüdük. Büyümek zorundaydık çünkü. Hayat bize çiçekli vadiler, ışıklı kapılar vaat etmiyordu. Etse bile, ışıklı kapıların eşiğinde ölebilirdik biz. Ömründe ilk defa kirli suyu değiştirilen akvaryum balıklarıydık. Herkesin kullanmaya alışık olduğu temiz sular cehennem kapılarında dökülüyordu bize. O’na sadece bir kez papatya aldım ve ardından her şey silindi.

Yıllar geçti. Hayatın bizi sürüklediği yerden çıkamayışlarımızla ömrümüzün yarısını tüketmiştik. Ortalama yetmiş yıllık bir insan ömrü düşünün. On beş yılı yazdır, on beş yılı kış. Geriye kalan kırk yıl sonbahardır. İnsan yapraklar gibi ağır ağır çürür.(Üstelik hiç sonbahar görmeyeceğini sananların arasında)

Uzun bir zaman sonra tesadüfen haber aldım ondan. Çürümenin ortasında. Yıllarını yurtdışında geçirmek zorunda kalan bir kaçaktı artık. Ortak bir tanıdığımızın aracılığıyla haberleştik. Yarın ilkyazın ilk günü. Saat beş gibi Menekşe İstasyonu’nda buluşacağız.

Bu kez ellerimde papatyalar olmayacak.

10 Ocak 2009 Cumartesi

ISLAK

Sayfaları ıslak, sararmış bir kitaptın bana geldiğinde

Ne yorgunluk!

Seni alıp deniz kıyısına indim

Gidecek başka yerimiz yoktu

Kırgın bakışlarımızı böyle kucaklayabilecek

Biri daha yoktu

Olsaydı kullanılmamış bir gök bulurduk kendimize

Kurumaya bıraktık geçmişi

Yağmur günlerdir dinmiyor bu yüzden

Sana ince kâğıtlar gibi öldüğüm gecelerden biriydi

Ne yapsam boşluk doluyordu içime

Yazamadığım tüm sözcükler benimdi

Beni senden koruyamadı yaralı inimde

Sevelim dedi bir adam

Bakışlarını içine gömerek

Gidelim dedi sonra

Bir saçak altı bulalım kendimize ölecek

Hiçbiri olmadı

Ben seni sımsıkı tutarken elimde

Boşlukla kanayan avuçlarımı buldum sadece

Bir gece öylesine kurduğumuz bir hayale tutundum

Bütün gidişler eriyip aktı mahremimde

Seni götürdüğüm deniz gözyaşımı istiyor

Vermeli miyim?

Teslimiyete harcayacak günümüz kaldı mı?

Sana öldüğüm geceler bir pusu gibi peşimde

Bakışların dünya için yanıp tutuşuyor

Bana yer yok derininde

Kimsenin kimseye yeri yok üstelik

Dünya dar geliyor ölümlülere

Bu kez seni alıp yapayalnızlığın dibine götüreceğim

Kalbim bir meczup gibi sürgün olmayacak tanımadığı denizlere

Unutacağım söylediklerimi

Dediğin gibi olsun

Islanan yanlarımızı alıp götürsün bu telaş

Bilinmeyen için kanamayalım yitik paralellerde

Ete oturan bıçaktır bakışların, oturmuştur kalbime

Peki ya bu ne olacak?

Onu benden alıp nereye koyacaksın?

Kaç yağmur var, kaç gece, kaç sokak, kaç beden daha geçecek içinden

Nereye gideceksin,

Hayatın öksüz bıraktığı bedeninle