24 Ocak 2009 Cumartesi

MENEKŞE İSTASYONU

Biz yaralı taylardık. Geceden saklayacak hiçbir şeyimiz yoktu. Biri gelip elimizde avucumuzda olanı talan etmemişti henüz ve biz de bundan fazlasını istemiyorduk. Menekşe İstasyonu’nda denize dalıp birbirimizi bekliyorduk saatlerce. Bazen gelen olmuyordu, bazen birbirimize saat bildirmeden buluşuveriyorduk.

Oysa kirli duvarındaki yazılarını, sessizliğini, nemli ve eski iki bankın yalnızlığını, önünde boylu boyunca uzanan denizi ve arka fondaki gecekonduların sahiciliğini hesaba katarsanız, bu istasyonun nelere kadir olabileceğini hemen kestirebilirdiniz.

Şehrin en kirli denizinin üzerinde uzanır Menekşe İstasyonu. Akşamüstü trenle geçerken o kirli deniz pırıl pırıl parlar, elmas taşlar döker gözlerine insanın. Şehrin merkezinde bütün gününüz tükenmiştir. Nereye gittiğinizi, nereden geldiğinizi, evinizin neresi olduğunu bilmezken, hayat gözlerinizde alev yansımaları, kucağınızda durmaksızın dönen bir boşluk peydahlamışsa ve siz yirmi yılı aynı hat üzerinde tüketmişseniz, iki nokta arasındaki en kısa yoldasınızdır ve o yol mutlaka Menekşe İstasyonu’ndan geçer. Geçip gidenlerdir karşılığınız… Kısa menzillerde uzun hikayeler büyütenlerdensinizdir işte. Hepsi bu. On beş dakikada bir tren kalkar kalbinizin tarifeli yollarında. On beş dakikalar on beş asır gibi yaşanır ve siz en sonunda hiçbir yere giden bir vagonun içinde sancı büyüten bir yaralı kalbe bürünürsünüz. Bir jeton parasına hayatlar satın alırsınız. Turnikeler jetonları yutar. Deneme, yanılma ve itiraz… Biraz teslimiyet, biraz aciziyet ve en sonunda bu kez bir yenisini almak yerine, jetonunuzu kurtarmak için yanıp tutuşmaya başlarsanız. Yalan mı söylüyorum? Menekşe’ye sorun.

Bir keresinde elimde bir demet papatyayla saatlerce oturup O’nu beklemiştim. Akşamüstü saat beş civarı gelecekti. İlkyazdı. Deniz bu kez bizim için elmas saçacak, oynaşmaları kirli duvara vuracak, ben papatyaları O’nun kucağına dökecektim. Trenden inip arkamdan gözlerini kapadığında tanıyamamış numarası yapıp sevindirecektim çocuk yanını. Çünkü O’ndan başka gözlerimi kapayıp “Ben kimim?” diye soracak kimsem yoktu ve O bunu bilmiyordu.

Saatler geçti, vagonlar geçti.

Papatyalar solmaya başladı. Sanki kalabalık bir kaldırıma düşmüşler gibi… Sanki bu küçük, aptal burjuva alışkanlığı bile bize fazlaydı. Ne olurdu? Hayat bir kez de kanayan yerlerimizi sınamayı bırakıp O’na bu şapşal soruyu sordursaydı, ben de “Kimsin sen?” deyip şaşırsaydım. Papatyalar yüzyıllardır gördükleri her şeyi unutup çıldırsalardı –Çünkü ben o zamanlar çiçeklerin yüzyıllık bir ruh taşıdığına inanırdım- Menekşe İstasyonu’na akşam güneşi vururken ellerini tutsaydım. Okulu kırdığımız günlerden biri daha böyle geçip gitseydi.

Tren düdüğü çaldı.

Vagonların çığlıklarını bilir misiniz?

Rayları yarıp kalbini deşer insanın. Hareket vaktidir. bir şeyler yaklaşır, bir şeyler uzaklaşır. Gidenler kalanları, bekleyenler çürüyenleri kollamaya başlar. Son sigaralar içilip izmaritleri raylara tükürülür. Hayatın düdüğü hep içimizde çalar.

İşte bekçi düdüğü yine kirli duvarlarda çınlıyordu ve O bir türlü gelmiyordu. İstasyona yanaşan trenlerin içine tek tek bakıyordum. Fakat bu da boş bir çabaydı. Çünkü orası Bakırköy ya da Yeşilköy gibi insanların trenden akın ettikleri istasyonlardan değildi. Eli yüzü düzgün hayatlar yaşayan insanlar, Menekşe’de inmezlerdi. İnen birkaç kişi ise sokaklarda eğreti duran, yüzleri, zihinleri kırık adamlardı. Olduklarından daha gerçek ve daha güzel olamazlardı. Ben hepsini severdim. Menekşe İstasyonu’nu, paramparça hayatları, seni beklemeyi… Hepsinin içindeydim ve hepsi içimdeydi. Günün birinde gelmeyişlerini de sevmek zorunda kalacağımı bilmiyordum.

Dedim ya, hiç saate bakıp randevulaşmazdık. İç sesimizi dinleyerek birbirimizi bulabiliyorduk ve bu koca şehirde birbirimizi bulabileceğimiz tek yer Menekşe İstasyonu’ydu. Bazen hayatın yakamızı bırakmadığı zamanlar gelir ve birimiz mutlaka ekilen taraf olurduk. O iki yalnız banka sorun, çok iyi bilirler. Birbirimize kızmazdık. Ne de olsa aynı sularda boğuluyorduk ve eninde sonunda buluyorduk birbirimizi.

Fakat o gün, benim bekleyişlerimin, O’nun gelmeyişlerinin ilk günüymüş. O günden sonra günlerce gittim oraya. Bekledim, trenler geçti. Kalbimi raylara yatırıp büyüdüm sonra. O hiç gelmedi. Bakışlarını çağıran sesi, dünyayı büyüten elleri, rüzgarda dalgalanan saçları bir daha hiç görünmedi.

Biz, bize sorulmadan büyüdük. Büyümek zorundaydık çünkü. Hayat bize çiçekli vadiler, ışıklı kapılar vaat etmiyordu. Etse bile, ışıklı kapıların eşiğinde ölebilirdik biz. Ömründe ilk defa kirli suyu değiştirilen akvaryum balıklarıydık. Herkesin kullanmaya alışık olduğu temiz sular cehennem kapılarında dökülüyordu bize. O’na sadece bir kez papatya aldım ve ardından her şey silindi.

Yıllar geçti. Hayatın bizi sürüklediği yerden çıkamayışlarımızla ömrümüzün yarısını tüketmiştik. Ortalama yetmiş yıllık bir insan ömrü düşünün. On beş yılı yazdır, on beş yılı kış. Geriye kalan kırk yıl sonbahardır. İnsan yapraklar gibi ağır ağır çürür.(Üstelik hiç sonbahar görmeyeceğini sananların arasında)

Uzun bir zaman sonra tesadüfen haber aldım ondan. Çürümenin ortasında. Yıllarını yurtdışında geçirmek zorunda kalan bir kaçaktı artık. Ortak bir tanıdığımızın aracılığıyla haberleştik. Yarın ilkyazın ilk günü. Saat beş gibi Menekşe İstasyonu’nda buluşacağız.

Bu kez ellerimde papatyalar olmayacak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder